Sözleşmeli Hemşire ASM’ye Geçebilir mi? Güç, Kurum ve Vatandaşlık Üzerine Siyasal Bir Analiz
Bir siyaset bilimci olarak beni en çok düşündüren meselelerden biri, güç ilişkilerinin en sade görünümlerini bile nasıl derin bir iktidar mücadelesine dönüştürebildiğidir. Sağlık sistemi de bu mücadelelerin belki de en canlı sahnelerinden biridir. Çünkü burada hem beden hem emek hem de devlet aynı masada oturur. Sözleşmeli hemşirelerin Aile Sağlığı Merkezlerine (ASM) geçiş süreci bu açıdan sadece bir idari konu değil; aynı zamanda iktidar, kurum ve vatandaşlık arasındaki ilişkinin nasıl işlediğini gösteren çarpıcı bir örnektir.
Peki, sözleşmeli hemşire ASM’ye geçebilir mi sorusu neden yalnızca bir istihdam meselesi değil de, derin bir siyasal tartışmanın parçasıdır?
—
Devletin Bedenle İlişkisi: Kurumlar ve Gücün Dağılımı
Devlet, sağlık politikaları aracılığıyla yalnızca vatandaşın sağlığını değil, aynı zamanda onun gündelik yaşamını, üretkenliğini ve kimliğini de şekillendirir. ASM sistemi (Aile Sağlığı Merkezleri), yerel düzeyde sağlık hizmeti sunarken aynı zamanda merkezi iktidarın toplumsal bedeni düzenleme biçimlerinden biridir.
Sözleşmeli hemşirelerin ASM’ye geçişine izin verilmemesi ya da sürecin bürokratik olarak kısıtlanması, bu güç dağılımının bir tezahürüdür. Çünkü kurumlar, her zaman iktidarın mikro düzeyde yeniden üretildiği alanlardır. Michel Foucault’nun dediği gibi: “İktidar, tepeden dayatılan bir yapı değil, her yere nüfuz eden bir ilişkidir.”
Bu durumda soru şudur: Sözleşmeli hemşirelerin kurumsal hareket alanı kısıtlanırken, devlet hangi gücü korumaya çalışıyor?
—
Sözleşmeli Statü ve İdeolojik Boyut
Sözleşmeli istihdam biçimi, neoliberal devlet yapısının karakteristik bir sonucudur. Bu yapı, kamu hizmetini bir vatandaşlık hakkı olmaktan çıkarıp, piyasa mantığına uygun bir “sözleşme” ilişkisine dönüştürür.
Dolayısıyla sözleşmeli hemşire ASM’ye geçebilir mi sorusu, aslında şu daha geniş soruya dönüşür: “Kamu çalışanı, devletin bir parçası mı, yoksa onunla geçici bir anlaşmanın tarafı mı?”
İdeolojik olarak bu durum, kamusal alanın giderek bireyselleştirilmesi anlamına gelir. Sözleşmeli personel artık bir kamu hizmetkârı değil, performansla ölçülen bir üretim birimidir. Bu dönüşüm, vatandaşlık kavramının içeriğini de değiştirir: “hak temelli katılım” yerini “verim temelli bağlılığa” bırakır.
—
Erkek Gücü, Kadın Dayanışması: İki Bakışın Çatışması
Sağlık alanı tarihsel olarak kadın emeğinin yoğun olduğu bir alandır; ancak karar mekanizmaları çoğu zaman erkek egemen bir rasyonaliteyle şekillenir. Erkek bakış açısı genellikle stratejik, hiyerarşik ve güç merkezlidir: Kurumlar, düzenin devamı için vardır.
Kadın bakışı ise daha çok katılımcı, ilişkisel ve toplumsal dayanışma odaklıdır: Kurumlar, insanı korumak için var olmalıdır.
Sözleşmeli hemşirelerin ASM’ye geçişi bu iki yaklaşımın kesiştiği noktadır. Erkek egemen bürokrasi “kurumsal düzen” gerekçesiyle geçişi zorlaştırırken, kadın odaklı yaklaşım “hizmetin insani sürekliliği”ni öne çıkarır. Bu çatışma aslında sağlık sistemindeki güç dinamiklerinin cinsiyetlendirilmiş doğasını da ortaya koyar.
Burada provokatif bir soru kaçınılmazdır: Devlet, kadın emeğini düzenliyor mu, yoksa sınırlandırıyor mu?
—
Vatandaşlık, Eşitlik ve Temsil Sorunu
Vatandaşlık, modern devletin en temel vaadidir: eşit haklar ve fırsatlar. Ancak sözleşmeli statüdeki sağlık çalışanları bu vaadin dışında kalmaktadır. Bir hemşirenin aynı işi yapıp farklı statüde değerlendirilmesi, eşit vatandaşlık ilkesine aykırıdır.
Bu durum, kurumsal adalet kavramını gündeme getirir. Eğer sağlık sistemi gerçekten toplumsal bir hizmetse, o halde çalışanlarının da toplumsal adalet ilkelerine uygun biçimde istihdam edilmesi gerekir.
Fakat pratikte, bu adalet anlayışı genellikle “maliyet” ve “yönetilebilirlik” kavramlarının gölgesinde kalır. Bu nedenle, sözleşmeli hemşirelerin ASM’ye geçişi sadece bir kadro değişikliği değil, aynı zamanda devletin vatandaşına bakışını test eden bir eşiktir.
—
Sonuç: Bir Statü Değil, Bir Siyaset Meselesi
Sözleşmeli hemşire ASM’ye geçebilir mi? Teknik olarak, yönetmelik ve mevzuatın izin verdiği ölçüde, belirli şartlarla evet. Ancak siyasal olarak asıl mesele, bu geçişin hangi değerler sistemi içinde değerlendirildiğidir.
Eğer devlet, sağlık çalışanını “üretim aracı” olarak görüyorsa, geçiş süreci hep bir bürokratik labirent olacaktır. Ama eğer sağlık hizmetini bir vatandaşlık hakkı olarak ele alırsa, o zaman bu geçiş toplumsal adaletin bir gereği haline gelir.
Ve belki de en derin soru şudur: “Bir hemşirenin emeği, sadece devletin değil, toplumun da vicdanında nasıl bir yer tutar?”
Çünkü bazen bir idari karar, bir sistemin etik aynasına dönüşür — ve o aynada görülen, yalnızca hemşirenin değil, devletin vicdanıdır.